Bu kadar sessiz bir insanın onca kalabalığı etrafına toplaması oldum muhtemel şaşırtmıştır beni. Sonra sonra sebebini keşfetmeye başladım. Doksanlı yıllarda bir gün İLESAM’da Rasim abi tanıştırmış, “Mavi Kuş’un Behramı var ya, onun babası” demişti. Behram, Mevlana İdris’in en büyük oğlu, birinci defa duymuştum o ismi ve çok sevmiştim. Zati o devir Behram ismini seven öbür dostlarının da çocuklarına bu ismi verdiklerini duydum.
Sultanahmet’te otururdu ve dünyanın merkezi sıkıntısı orası için. Bir mühlet komşuluk ettik, o yüzden şahidim eşi Aysel’in hazırladığı lezzetli yemeklerle donanmış sofrasına oturanlara. Ramazanda konuksuz iftar yaptıklarını bilmem. “Kaç kişi” diye sorardı Aysel, yani akşama kaç kişilik iftar hazırlayım demekti bu. Sayı vermesi yeterdi esasen. Sonra Eski Baş geldi ve dostlar en çok orada toplandı. At Pazarı Meydanı şimdi boşken, bir ramazan iftar sofralarında dostlarını ağırladı. Ve Eski Baş geleneği başlamış oldu.
HERKESE ÖZEL HİSSETTİRİRDİ
Dostlarına sorduğumda herkesin ‘Mevlana İdris’i farklıydı, ancak hemfikir oldukları hususlar çok fazlaydı. Herkesle kendini özel hissettirecek dostluklar inşa ederdi. 34 yıllık dostu Kemal Sayar, “Otuz kişi bir masada buluştuysanız, herkes Mevlana’yı en yakın dostu bilirdi” diye anlatıyor bunu. Sayar, İstanbul’a birinci geldiğinde tanışmış onunla ve o günden beri hiç kopmamışlar.
BİR ÇAY OCAĞINDA BİRLİKTE SUSARIZ
Bazen gecenin 2’sinde telefon çalar, Mevlana İdris bir gece vakti fıkra anlatmak için dostunu yatağından kaldırır. “Bazen komik bazen değil” diyor dostu Ertuğrul Fındık, fakat hepsinin orjinal olduğunu da ek ediyor “Telefon açar, çay içmeye çağırır. İstanbul’un kıyısında kalmış bir çay ocağında birlikte susarız. Süleymaniye’de bayram namazlarında simit böler upuzun masalara. Ne denir, nasıl anlatılır bilmem ki. 30 yıldır abim. Şiir yazdıysam birazı odur, masal yazdıysam birazı odur, hoş yazı yazdıysam birazı odur. Tanıdığım herkesin birazı Mevlana ağabeydir. Yakamızda bir gül üzere.”
KÂĞIT TOPLAYICILARINA İFTAR VERDİ
İYİLER İYİSİYDİ
Onun kitaplarıyla büyüyen çocuklardan biri de Ayşe Beyza Çiçek. İlkokuldan beri onun kitaplarını okuyan Çiçek, onun çıkarttığı ÇETO mecmuasının müelliflerinden oldu. Mevlana ağabeyini şöyle anlatıyor: “ÇETO dergimizin Zeyrek’te bir yeri vardı. Pek renkli, çok şenlikli olan bu yerde Mevlâna abi ile buluşur, gerideki küçük bahçesinde meyveler yer, çekirdek çitler, muhabbet ederdik. Geçen aylarda aklıma geldi. ‘Abi ne oldu orası, yeniden gitsek’ dedim. Geçiştirdi. Bittabi üsteledim. Bunun üzerine ‘Orayı mülteci bir aileye verdim’ dedi. Ve bunu rastgele bir şeymiş üzere yavaşça, sessizce, her zamanki vakarıyla söyledi. Sessiz prens, güzeller güzeliydi. Şahidim. Şahidiz. Çok özleyeceğiz.”
BENİM ÇOCUKLUĞUMDU
MASALLARDAKİGİBİ BİR EV
Oyuncu Sinan Albayrak, meskenlerine gittiğinde çocuklar için kurdukları dünyadan çok etkilendiğini söylüyor. “Sessizliği ile harika şeyler anlatırdı, o aşağı gerçek bakan gözleriyle hafif müstehzi bir tebessümle bütün sohbeti bağlamış olurdu. Ben maalesef ki biraz daha geç dahil oldum o mükemmel insanların sohbet ortamına. Meskenlerine gittiğim vakit çok etkilenmiştim. Televizyon yoktu, yüksek tavanlı bir Osmanlı konutunda yaşıyorlardı. İçinde her şey olan çocukların bir oyun odası vardı. Kendi yazdığı masallardaki üzere bir hayatları vardı çocukların benim gözümde. Mevlana İdris, vakit kavramı olmayan beş yıl sonrasında bile bugün üzere yaşayabilen bir insandı. Fularlı ve bayım diyen adamdı.”
BUNU KİMSEYE ANLATMAYALIM
Anlatılacak o kadar çok şey var ki, sayfalara sığmıyor anılar. Kimi dostların da boğazında bir düğüm, anlatmak için vakte muhtaçlık var. O artık Eyüp Sultan Mihrişah Sultan Türbesi haziresinde, Eyyübel Ensari’nin ve yüz yıllardır Eyüp Sultan’da medfun bulunan veliyullahın komşusu. Rahmetle….
Hesapsız coşkuların adamı
Süleymaniye’nin gülü
Cuma günleri Süleymaniye artık onsuz. Namaz sonrası kuru fasülye yemek bir gelenek olmuş. Doğal ki onun sayesinde. O yoksa, sandalyesi de boş, kimse oturmaz yerine. “Süleymaniye’nin gülüydü” diyor Ekrem Ayyıldız ve şunları söylüyor dostu için: “Kitapların, müziklerin, fotoğrafların, çizgilerin, dostların ortasına gizlenmiş kozmik bir yalnızdı. Dostlara, çocuklara, gariplere maddi manevi cömert, ikramsever. Kendine has, avangard, şaşırtan, esprili bir kalem. Mazlumların, zayıfların, hor görülenlerin sesi. Az, öz ve gıybetsiz konuşan; çaylı, çorbalı, yemekli, çekirdekli bir sohbet tiryakisi. İstanbul’da sabit-kadem, Asya’dan Amerika’ya bir çağdaş Evliya Çelebi. Bir gün Konya’nın meydanında buluştuk, sağımda Hz. Mevlânâ Türbesi. Kollarımı açıp üst kaldırarak ‘Yâ Hazret-i Mevlânâ!’ diye bağırdım. Güldü, elini yüzüne kapadı. Natürel, görenler benim türbe yanında cezbeye kapıldığımı düşünerek tuhaf tuhaf bakıyordu.”
KALBİ DAİMA ÖTELERE DOĞRUYDU
Giderken bile güzeldi
“Birçok şeydi Mevlana benim için” diyen Gökhan Özcan, şöyle sıralıyor kendisinde çağrıştırdıklarını: “Dostum, arkadaşım, yoldaşım… Birlikte büyüdüğüm akranım, nesildaşım… Birçok diğer şey, şiirdi, masaldı, çocuklardı, kuş renkli çocukluğumuzdu. Maraş’tı, Andırın’dı, İkindi Yazıları’ydı. Fakat en çok İstanbul’du, sokak sokak, yer mekan İstanbul’du. Sultanahmet’ti, Fatih’ti, Atpazarı’ydı, Üsküdar’dı, Eyüp Sultan’dı. Artık en çok Eyüp Sultan… Dergilerdi, kitaplardı, küçük sesle anlatılmış muzip fıkralardı. Çekirdekti, hünnaptı. Gençliğimdi, geçmişimdi, içine büyüyen bütün vakitlerimde neredeyse… Beni çocuklar için yazmaya teşvik edendi, mecbur edendi, çocuklara açılan pencereyi kalemime inşa edendi. Bırakıp giderken bile hoştu, toprağı bile çiçek çiçek… Efendimizi anlattı çocuklara, ne saadet… Artık komşu Hazreti Ebu Eyyub el-Ensari’ye, onun da devesi gitti hazretin eşiğine çöktü. Cennet olsun yeri…”